Geçen yazının sonunda vardığımız Bayonne’dan Toulouse’a doğru yola çıktığımızda başımıza gelecekler ile ilgili pek bir fikrimiz yoktu tabi. Elimizde bir hostel adı ve bir kamp yeri adresi vardı ve -her başına buyruk asi tatilcinin yapması gerektiği gibi- kendilerini arayıp yer filan ayırtmamıştık. Saat 18:00 gibi Toulouse’a girdiğimizde Duygu bizi kapanmadan önce Tourist Information Office’e götürebilmek -ve böylece oradan edineceğimiz şehir haritası ile hostel’i bulup daha da geç kalmadan varabilmemiz- için tüm tabelaları delicesine okuyup bana “sağa dön!“, “sola dön!” komutları yağdırıyor, bir yandan da arada bir “ah sağ mı dedim ben? sol imiş aslında o :p kikirt” şeklinde bir takım şakaları aralara sıkıştırmayı ihmal etmiyordu. Ben ise bu esnada sevimli bir trafik canavarı olarak ters yöne girince, sinyal vermeden milletin önüne kırınca, aniden frene basınca filan el kol işaretleri ile Fransız kardeşlerimizi yatıştırmaya gayret ediyordum. Neyse. Yaklaşık 45 dakikalık bir dolanmanın ardından sonunda turist ofisini bulmuş ve haritalarımızı kapmıştık ve Toulouse’un güzelim sokaklarından hostel’imize doğru ilerliyorduk.

Hostel’e vardığımızda -aslında pek de şaşırtıcı olmayan bir şekilde- hiç yer olmadığını öğrendik (ama yine de bu duruma şaşırmayı ihmal etmedik, “tatilde olmak” psikolojisi her gelişmeyi bir sürprizmiş gibi karşılamamıza neden oluyordu sanki). Toulouse’ta bu gittiğimizden başka hostel olmadığını da bildiğimiz için hemen şehrin biraz dışında olduğunu bildiğimiz ve elimizde yarım yamalak bir adresi bulunan kamp yerine doğru yola koyulmayı uygun gördük. Lakin kendisini bir türlü bulamıyorduk. Saatlerdir yollarda olmanın yarattığı yorgunluk, artık bu yorgunluğun kolay kolay bitmeyeceği düşüncesinin getirdiği gerginlik ile karışmaya başlamış idi. Yaklaşık 50 dakikalık bir kaybolma ve kamp yerini bulamamanın ardından en az benim kadar bunalmış Düygü hanım, tatilin en masrafsız, en etkili ve daha sonra da defalarca baş vuracağımız kararını veriyor ve bu işkenceyi sona erdiriyordu: “Bir yere park eder arabada uyuruz ulan“.

Nitekim öyle oldu. Normalde çadırın içinde yere sermek için kullandığımız matlar da sağlı sollu müthiş birer perde olunca bizim o Volkswagen Polo’nun aslında gizliden gizliye, ikinci formu 5 yıldızlı bir otel odası olan bir autobot olduğunu öğrendik. Sabah kalktığımızda bir Fransız pastahanesinde kahvaltımızı yapıp sakin ve dinlenmiş şekilde ve “yürüyerek” şehri dolaşmaya başladığımızda aslında Toulouse’un mükemmel bir şehir olduğunu gördük ve tabiri caiz ise kendisine aşık olduk (öyle ki günün ilerleyen saatlerinde Duygu ile doktoralarımızı sağ salim bitirebilirsek buraya taşınmaya bile karar vermiştik).

Toulouse’ta geçirdiğimiz müthiş bir 24 saatin ardından Fransa’nın orta çağdan kalma şehri Avignon’a doğru yola koyulduk, fakat yarısını San Sebastian‘da bıraktığımız kalbimizin diğer yarısı da Toulouse’ta kalmıştı tam anlamı ile (böyle kalp yarılarını han vurup harman savurmak için daha erken olduğunu henüz bilmiyorduk tabi, fakat Toulouse ve San Sebastian kadar gönlümüzde yer eden sadece bir şehir gördük tatilin geri kalanı boyunca (eğer “acaba hangi şehir” diye tahmin etmecilik oynamak, arkadaşlarınızla bahse girmek filan isterseniz önceki günlük girdisindeki haritaya bir göz atmanın tam sırası olabilir (bu arada buralara kadar okuyan birileri olduğunu düşünsem tahminlerinizi yorum olarak girin, kazanana beğendiği bir fotoğrafım varsa onun baskısını göndereyim diye maymunluk bile yapabilirdim, ama yapmıyorum (öte yandan buralara kadar okuyup da “eğer buralara kadar okuyan olduğunu düşünmüyorsan neden yazıyorsun” diyecek bir ukelaya da göğsümü gere gere “15 yıl sonra okumak için” demekten de geri kalmam)))).

Avignon’a vardığımızda hava kararmak üzere idi, biz de arabamızı park edip kale duvarlarının içinde girdiğimizde etrafta gördüğümüz afişlerden 1947 yılından beri her sene burada düzenlenen ve 3 gün süren sanat festivalinin son gösterilerini bir kaç saatle kaçırdığımızı öğrenip bir hayli üzülmek üzere idik. Avignon’da bir kaç saatlik dolaşmanın ardından uyumak için arabamıza dönerken şunları düşünüyorduk: Orta çağdan bu yana hiç değiştirilmemiş kasvetli sokaklarını, muazzam kalesini filan çıkarıp bir deniz kenarı ekleseniz, Avignon aslında aynen Ayvalık, Çeşme gibi bir tatil mekanı. Ortama bir “hem akşama kadar bankta oturup çekirdek yemek isteyen hanım teyzelerimize, hem de çil çil paraları dansözlere yapıştırmak isteyen kodaman amcalarımıza yerim var” havası hasıl olmuş ki sormayınız. Öte yandan tarihi açıdan muazzam bir yer olduğunu inkar etmek olanaksız.

Sabah kalktığımızda hedefimiz -sırf yolumuzun üzerinde diye-, Arles. Çok küçük bir şehir olmasına rağmen Arles (aslında şehir bile değil, 50.000 nüfuslu bir “yerleşim” kendisi), her yıl çok ünlü fotoğraf festivallerine ev sahipliği yapan, kendisini Fransa’nın fotoğraf başkenti ilan etmiş, içinde deli gibi güzel bir sanat müzesi olan, Van Gogh’un bir süre yaşadığı ve iki resmini çizdiği sürprizlerle dolu bir yer. Bir de Türkiye’de 50.000 nüfuslu bir yerleşim ardından da orada karşılaşabileceğiniz sürprizleri düşünün… Arles’ta etrafa bakınırken “E, Anadolu’nun da tarihi çok eskiye dayanıyor” diyorum, “neden” soruları bir süre aklımı kurcalıyor.

Arles’ın ardından -aynı gün içerisinde- Fransa’nın bir diğer güzeller güzeli şehri Montpellier’e geçiyor, sokakta yemek yemek ve ardından keyifle espresso içmek sureti ile karnımızı doyuruyor ve gecenin bir köründe orada olacak şekilde Barcelona’ya doğru yola çıkıyoruz. Fransa-İspanya sınırına yaklaşırken Marseille’ye doğru el sallamayı ihmal etmiyoruz tabi…